Mahsun Kırmızıgül, konservatuar eğitimi almış, güzele ve ayrıntılara tutkun, iyi niyetli, gayretli bir film yönetmeni. İyi
oyuncularla çalışma tercihi onun şansı aynı zamanda. Tüm bunlar seyrettiğim üç filminden çıkardığım
düşüncelerim. Son filmi Mucize ile ilgili rastladığım tv programlarında ‘emek’
vurgusu yaptığını duydum. Çok emek
verildiğinden bahsetti sık sık. Bir
eserde ‘emek’ çok önemli ama başarı için en önemli kıstas değil. Eserin
ait olduğu dalın kurallarına uygunluğuna bakmak gerek.
Kırmızıgül,
Mucize’yi ‘yazmış ve yönetmiş’. Afişin
tam göbeğinde okunan ‘Yaşanmış gerçek
bir hikâye- Yazan ve Yöneten’ ifadesinden ne anlamamız lâzım? Benim aklıma şu geliyor: Elde bir hikâye var,
yönetmen sahne sahne filmi çekerken doğaçlamalar, doğa koşulları vb nedenlerle
iş üstünde bir tür bir metin ‘yazıyor’.
Film bittiğinde ‘senaryo’ ortaya çıkacak. Yâni önceden masa başında çözülmüş/bitmiş
bir ‘senaryo’ yok. Mucize filminde tam
olarak hissettiğim bu. O nedenle
parçalardan oluşan ama parçaların birbirlerine bağı tesadüfi olan bir yapıdan söz ediyorum. Parçaların eklenme, seçilme kıstası ise
‘güzellik’. Güzel olan gün batımı- doğumu,
karla kaplı bir dağlar, ayak değmemiş kar,
oyuncunun bir an için yarattığı bir güzel oyunculuk vb.. Kırmızıgül’ün
filmlerinde ışık çok önemli. Çok da iyi bir gözü ve hayâl gücü var. Beğendiğini
filme ekliyor. (Bu benim izlenimim.)
Filmin hemen başında sahil kasabası görüntülerine bir daha
geri dönülmüyor. İlk sahne Muallim’in aile çevresini ve karısı ile olan fikir
farklılığını çizmek için kullanılmış.
Muallim o kasabadan çıkıyor, geri dönüşü yâni açılan parantez o kasabada kapatabilirdi. Aziz, toplumsal sakatlığa bağlanabilirdi. Muallim toplumsal
olaylardan bahsediyor ama hepsi bireysel çabalar olarak kalıyor.
İkinci sahnede mavi bir
otobüs şahane doğa manzaraları içinde yol alıyor. Birkaç sahne sonra Muallim’in
son yolcu olduğunu anlıyoruz. Muavin yolun sonuna geldiklerini, bu noktadan
sonra Muallim’in karşıda görünen dağları aşarak köye ulaşacağını söylüyor.
Muallim elinde bavulu (ki boş gibi), dağları tırmanıyor, bir ırmaktan
pantolonunu, ayakkabılarını ve bavulunu başının üstünde taşıyarak yarı çıplak geçiyor.
Zor bir yolculuk velhasıl. Köye varıp köyde okul olmadığını öğrendiğinde Muallim’in
şehirdeki Milli Eğitim Müdürü ile görüşmek aklına geliyor. Ertesi gün, Muallim,
köyün muhtarı ve yardımcısı ile birlikte şehre gidiyorlar. Ama bu kez Muallim’im
bir gün önce içinden yürüyerek geçtiği ırmağın üstündeki köprüden geçiyorlar.
Filmin içinde geçen konuşmalardan köye üç günde bir gelen bir araçtan
bahsediliyor.
İlk aklıma gelen mavi otobüsün şoför ve muavininin Muallim’in düşmanı oldukları ve onu kervan
geçmez bir dağ başında bırakarak kurtlara yem olması için terk ettikleri. Öyle
ya köprü ve köyün şehirle üç günde bir irtibatı varken neden Muallim’i köprüye
ulaşılacak bir yerde bırakmadılar diye soruyorum kendime. Bu dağlara sefer
yapan bir otobüs şoförü köye giden yolu ve köprüyü de biliyordur değil mi?
Muallim şehir merkezindeki Milli Eğitim Müdürü’ne geldiğini
rapor etmeden köye doğru yola çıkıyor. Milli Eğitim Müdürü’nü ziyaret etse
köyde okul olmadığını da öğrenecek. Hatırladığım kadarıyla Çalıkuşu bile önce
bir yetkiliyi ziyaret etmişti. Bu Muallim bunu akıl edemeyecek kadar aptal mı?
Eğer aptalsa filmin içinde başardıklarını nasıl açıklamamız gerekiyor? Ama
Muallim, en başta müdürü ziyaret etse film olmayacak.
Aziz bence (hastalığı da) abartılmış bir karakter. Çoğu
sahnesinde görsel öğelerin, yönetmenin aklını çeldiğini hissettim. Yağmur, kar,
güneş sahneleri görsel tetikleme sonucu ortaya çıkmış. Aziz ile at arasındaki
ilişki de bir yere bağlanmış değil.
Kız isteme olayı üç kere tekrarlanmış. İkincisi fazla.
Aziz’in çıplak koştuğu sahnede yol kenarında berber ve
çocuklar sahnesinde ‘devamlılık’ sorunu var.
‘Bir Gün Tek Başına’ romanı ile ilgili tartışmalardan biri ‘Devrimci gül verir mi?’ idi, aylarca tartışılmıştı. Mucize filminde de
Muallim’im ‘slip’i bana onu hatırlattı. Şimdi de film ‘60’lı yıllarda geçiyor, o
yıllarda ‘Muallim ‘slip’ giyer miydi?’ diye tartışmayalım. Ama o dönemde köylü,
‘kırıcı oluyorsun’ der mi? meselâ, düşünelim.
Mucize iki üç filmlik malzemeyi tek filmde kullanmış. Aziz-
Mızgin, Cemilo ve oğlu, kızların okula gitmesi, 27 Mayıs sonrası Türkiye ,
dağların aslanı iyi yürekli eşkıya ayrı filmler olacak kuvvette hikâyeler. Hepsini bir
araya getirmek, birbirine bağlamaya çalışmak hiçbir konunun derinliğine inilmemesine
neden olmuş. Her konu yüzeysel kalmış.
Filmdeki oyunculukları çok tiyatral buldum. Zaman zaman epik bir yabancılaşma bile hissettim. Çoğu çok deneyimli tiyatro oyuncusu. Ama içlerinde pek azı ‘köylü’yü
biliyor. Onların bakışları şehirli . Taklit ederek beden diline söz geçirmek bir
yere kadar mümkün de gözleri kontrol etmek
zor. Gözleri boşaltmak için beyni boşaltmak gerek. O da bir oyunculuk disiplini.
Bu kadar doğa manzarası kullanılan bir filmde doğanın, film hikâyesi
içinde oyuncu olmasını isterdim. Bence doğa görüntüleri işlevsiz. Takvim yaprağına
uygun sadece..
Türkücü, yazan, yöneten, yapımcı, oyuncu, müzik direktörü Mahsun
Kırmızıgül’ün bu kadar iş arasından en çok ikisini seçmesini tavsiye ediyorum.
Hikâye gerçekmiş ama film masal gibi geldi bana. Duygulandıran ama
duygusu olmayan bir film Mucize.
Mucize’yi seyrettikten sonra ‘film çekmek’ ile ‘sinema
yapmak’ arasında çok fark olduğunu
düşündüm.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder