16 Ocak 2015 Cuma

‘Film Çekmek’ ‘Sinema Yapmak’ ve Mucize

Mahsun Kırmızıgül, konservatuar eğitimi almış,  güzele   ve ayrıntılara tutkun,  iyi niyetli, gayretli bir film yönetmeni. İyi oyuncularla çalışma tercihi onun şansı aynı zamanda. Tüm bunlar  seyrettiğim üç filminden çıkardığım düşüncelerim. Son filmi Mucize ile ilgili rastladığım tv programlarında ‘emek’ vurgusu  yaptığını duydum. Çok emek verildiğinden bahsetti sık sık. Bir  eserde ‘emek’ çok önemli ama başarı için en önemli kıstas değil. Eserin ait olduğu dalın kurallarına uygunluğuna bakmak gerek.



Kırmızıgül, Mucize’yi  ‘yazmış ve yönetmiş’.   Afişin tam göbeğinde okunan ‘Yaşanmış gerçek bir hikâye- Yazan ve Yöneten’  ifadesinden  ne anlamamız lâzım?   Benim aklıma şu geliyor: Elde bir hikâye var, yönetmen sahne sahne filmi çekerken doğaçlamalar, doğa koşulları vb nedenlerle iş  üstünde bir tür bir metin ‘yazıyor’. Film bittiğinde ‘senaryo’ ortaya çıkacak. Yâni önceden masa başında çözülmüş/bitmiş  bir ‘senaryo’ yok. Mucize filminde tam olarak hissettiğim bu.  O nedenle parçalardan oluşan ama parçaların birbirlerine bağı  tesadüfi olan bir yapıdan söz ediyorum.  Parçaların eklenme, seçilme kıstası ise ‘güzellik’.  Güzel olan gün batımı- doğumu, karla kaplı bir dağlar, ayak değmemiş  kar, oyuncunun bir an için yarattığı bir güzel oyunculuk vb.. Kırmızıgül’ün filmlerinde ışık çok önemli. Çok da iyi bir gözü ve hayâl gücü var. Beğendiğini filme ekliyor. (Bu benim izlenimim.) 

Filmin hemen başında sahil kasabası görüntülerine bir daha geri dönülmüyor. İlk sahne Muallim’in aile çevresini ve karısı ile olan fikir farklılığını çizmek için kullanılmış.  Muallim o kasabadan çıkıyor, geri dönüşü yâni açılan parantez  o kasabada kapatabilirdi.  Aziz, toplumsal  sakatlığa bağlanabilirdi. Muallim toplumsal olaylardan bahsediyor ama hepsi bireysel çabalar olarak kalıyor.

İkinci sahnede  mavi bir otobüs şahane doğa manzaraları içinde yol alıyor. Birkaç sahne sonra Muallim’in son yolcu olduğunu anlıyoruz. Muavin yolun sonuna geldiklerini, bu noktadan sonra Muallim’in karşıda görünen dağları aşarak köye ulaşacağını söylüyor. Muallim elinde bavulu (ki boş gibi), dağları tırmanıyor, bir ırmaktan pantolonunu, ayakkabılarını ve bavulunu başının üstünde taşıyarak yarı çıplak geçiyor. Zor bir yolculuk velhasıl. Köye varıp köyde okul olmadığını öğrendiğinde Muallim’in şehirdeki Milli Eğitim Müdürü ile görüşmek aklına geliyor. Ertesi gün, Muallim, köyün muhtarı ve yardımcısı ile birlikte şehre gidiyorlar. Ama bu kez Muallim’im bir gün önce içinden yürüyerek geçtiği ırmağın üstündeki köprüden geçiyorlar. Filmin içinde geçen konuşmalardan köye üç günde bir gelen bir araçtan bahsediliyor.   

İlk aklıma gelen mavi otobüsün  şoför ve muavininin  Muallim’in düşmanı oldukları ve onu kervan geçmez bir dağ başında bırakarak kurtlara yem olması için terk ettikleri. Öyle ya köprü ve köyün şehirle üç günde bir irtibatı varken neden Muallim’i köprüye ulaşılacak bir yerde bırakmadılar diye soruyorum kendime. Bu dağlara sefer yapan bir otobüs şoförü köye giden yolu ve köprüyü de biliyordur değil mi?

Muallim şehir merkezindeki Milli Eğitim Müdürü’ne geldiğini rapor etmeden köye doğru yola çıkıyor. Milli Eğitim Müdürü’nü ziyaret etse köyde okul olmadığını da öğrenecek. Hatırladığım kadarıyla Çalıkuşu bile önce bir yetkiliyi ziyaret etmişti. Bu Muallim bunu akıl edemeyecek kadar aptal mı? Eğer aptalsa filmin içinde başardıklarını nasıl açıklamamız gerekiyor? Ama Muallim, en başta müdürü ziyaret etse film olmayacak.

Aziz bence (hastalığı da) abartılmış bir karakter. Çoğu sahnesinde görsel öğelerin, yönetmenin aklını çeldiğini hissettim. Yağmur, kar, güneş sahneleri görsel tetikleme sonucu ortaya çıkmış. Aziz ile at arasındaki ilişki de bir yere bağlanmış değil.

Kız isteme olayı üç kere tekrarlanmış. İkincisi  fazla.    

Aziz’in çıplak koştuğu sahnede yol kenarında berber ve çocuklar sahnesinde ‘devamlılık’ sorunu var.
    
‘Bir Gün Tek Başına’ romanı ile ilgili tartışmalardan biri  ‘Devrimci  gül verir mi?’ idi,  aylarca tartışılmıştı. Mucize filminde de Muallim’im ‘slip’i bana onu hatırlattı. Şimdi de film ‘60’lı yıllarda geçiyor, o yıllarda ‘Muallim ‘slip’ giyer miydi?’ diye tartışmayalım. Ama o dönemde köylü, ‘kırıcı oluyorsun’ der mi? meselâ, düşünelim.

Mucize iki üç filmlik malzemeyi tek filmde kullanmış. Aziz- Mızgin, Cemilo ve oğlu, kızların okula gitmesi, 27 Mayıs sonrası Türkiye , dağların aslanı iyi yürekli eşkıya  ayrı  filmler olacak kuvvette hikâyeler. Hepsini bir araya getirmek, birbirine bağlamaya çalışmak hiçbir konunun derinliğine inilmemesine neden olmuş.  Her konu yüzeysel kalmış.

Filmdeki oyunculukları  çok tiyatral buldum. Zaman zaman epik bir yabancılaşma bile hissettim. Çoğu çok deneyimli  tiyatro oyuncusu. Ama içlerinde pek azı ‘köylü’yü biliyor. Onların bakışları şehirli . Taklit ederek beden diline söz geçirmek bir yere kadar mümkün de  gözleri kontrol etmek zor. Gözleri boşaltmak için beyni boşaltmak gerek. O da bir oyunculuk disiplini.

Bu kadar doğa manzarası  kullanılan bir filmde doğanın, film hikâyesi içinde oyuncu olmasını isterdim. Bence doğa görüntüleri işlevsiz. Takvim yaprağına uygun sadece..

Türkücü, yazan, yöneten, yapımcı, oyuncu, müzik direktörü Mahsun Kırmızıgül’ün bu kadar iş arasından en çok ikisini seçmesini tavsiye ediyorum.

Hikâye gerçekmiş ama  film masal gibi geldi bana. Duygulandıran ama duygusu olmayan bir film Mucize.

Mucize’yi seyrettikten sonra ‘film çekmek’ ile ‘sinema yapmak’ arasında çok  fark olduğunu düşündüm.


Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder